Hazret-i Peygamber’den sonra Hulefâ-i Râşidîn (4 Halife Dönemi- 632-661), Emevîler (661-750) ve Abbasîler (750-1258) devirlerinde Ortadoğu’da siyasî birlik ve barış, askeri müdahalelerle Moğolların (İlhanlıların) 1258 yılında Bağdat’ı ele geçirerek Abbasîler devletini yıkışına kadar sürdü. Bundan sonra Ortadoğu, Osmanlı Devleti’nin güçlenip, Osmanlı Barışını tesis edişine kadar, Mısır- Abbasî halifelerinin manevi nüfuzu altında iki buçuk asır daha Eyyubî ve Memlûk siyasî hâkimiyetinde kaldı.
Abbasî İslâm hilâfetinin manevi nüfuzu altında sağlanan “İslâm siyasî birliği”, 11. yüzyıldan sonra Haçlı Seferleri ile Moğol istilası gibi iki büyük yıkımla karşı karşıya kalmıştı. Bir üçüncüsü de Osmanlı Devleti’nin iki buçuk asırlık bir mücadelen sonra kurduğu “İslâm Siyasî Birliği” de beş asır sonra üçüncü bir büyük yıkımı I. Dünya Savaşı ile yaşadı. İlk iki büyük saldırıda “İslâm Birliği” parçalandığı gibi, önceki beş asırda inşa edilen İslâm Medeniyetinin yerle bir edildiği bilinmektedir. Bu cümleden olarak, 11. asrın sonlarında başlayıp, 13. asrın son çeyreğine (1096-1272) kadar süren Katolik Papaların öncülüğünde Hıristiyan (Batı) uygarlığının “kutsal savaşçıları”, İslâm (Doğu) uygarlığının hâkimiyeti altındaki Ortadoğu’ya sekiz büyük Haçlı Seferi düzenledi. Haçlılar, her ne kadar Müslüman Selçuklu, Eyyubî ve Memlûk devletleri tarafından karşılansa da, İslâm medeniyetinin parlayan yıldızı söndü, İslâm Siyasî Birliği bozuldu. Anadolu, Suriye, Filistin ve Mısır büyük yıkıma ve talana uğradı. İslâm Dünyasının uğradığı ikinci büyük yıkım ise, Haçlı Seferlerinin şiddetinin azaldığı 13. asrın ilk çeyreğinde, Cengiz Han ve oğullarının idaresindeki Moğolların istilası oldu. Ortadoğu’da İslâm uygarlığı üzerinde Moğolların tahribatı, Haçlılardan daha büyük oldu. Bütün Türkistan, İran, Irak, Suriye ve Anadolu şehirleri yerle bir edildi. İslâm rönesansının sonunda oluşan altı asırlık uygarlık merkezleri yok edildi. Moğolların paramparça ettiği İslâm Siyasî Birliğini, Osmanlı Devleti’nin, iki buçuk asırlık bir mücadelenin sonucunda kurabildiği söylenebilir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun “İslâm Birliği” ideolojik ve pragmatiktir. Osmanlı Devleti’nin sınırları dışında yer alan Müslümanlar ile fiili bir ülke birliğinden söz edilemez. Burada hedef birliği söz konusudur. Osmanlı Devleti, 1299'da bağımsızlığını kazandıktan sonra, siyasetini Batı’da (Balkanlar) fetih, Doğu’da (Ortadoğu) ilhak üzerine kurmuştur. . Sultan II. Bâyezid’in tahtan çekilişiyle padişah olan Yavuz Sultan Selim’in tahta çıktığı yıllarda, Anadolu’da Osmanlı siyasî birliğine dâhil olmayan Çukurova’da Ramazanoğlu Beyliği, Maraş- Elbistan ve Malatya bölgesinde Dulkadiroğulları Beyliği, Diyarbakır’dan Tebriz’e kadar uzanan Doğu Anadolu’da da Akkoyunlu Devleti’nin parçalanmasıyla oluşan siyasî boşluğu, Uzun Hasan’ın torunu Safevî Devleti’nin kurucusu Şah İsmail doldurmaya çalışıyordu. Şah İsmail, icraatlarıyla Osmanlı- Safevî savaşlarına sebep oldu. İkinci Bâyezid (1481- 1512), Yavuz Sultan Selim (1512-1520) ve Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) devirlerinde Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu hâkimiyetini belirleyen dört büyük harekât yapılmıştır. Bunlar; İran (Doğu) Seferi; Suriye- Mısır Seferi, Irakeyn Seferleri ve Hind- Yemen Seferleri’dir. Osmanlı Sultanları, Yıldırım Bayezid’den itibaren Haremeyn’e sürre göndermeye başlamışlardı. Osmanlı, Haremeyn-i Şerifeyn hizmetlerini vakıflar yoluyla sağlıyordu. Dârü’s-Saâde Ağasının liderliğinde bir Sürre-i Hümâyûn gönderiliyor, hac organizasyonu Haremeyn Vakıflarının gelirleriyle yapılıyordu41.
Kudüs ve Halilu’l Rahman’ın dâhil olduğu Filistin, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi öncesinde Osmanlı hâkimiyetine girmiş, Memlûk dönemindeki idarî yapısını büyük ölçüde korumuştur. Kanûni devrinde yapılan umumî idari düzenleme ile Kudüs, Gazze ve Safed sancakları Şam Eyaletinden ayrılarak her biri Şam Eyaleti içerisinde müstakil sancaklar hâline getirilmiştir. Kudüs’ün bu müstakil idari yapısı İmparatorluğun sonuna kadar sürmüştür. Kudüs, Yahudi, Hıristiyan ve İslâm dini mensupları tarafından kutsal kabul edilmesi sebebiyle, burası hep çekim merkezi olmuştur. Kutsal mekânlara ziyaret için gelen ziyaretçiler dışında Kudüs’te yaşayan farklı din mensupları için oluşan Osmanlı Barışı temelde “Osmanlı Sisteminin” bir sonucudur.
Ortadoğu’nun Osmanlılaşması
Osmanlı Devleti, Ortadoğu’da hâkimiyetini tesis ettikten sonra timar (mîrî) sistemin uygulandığı eyaletlerin, vergisi yıllık olarak alınan eyaletlerin ve Kutsal yerlerin (Mümtaz) idarî yapısını kurduktan sonra, yapılan eyalet veya sancak kanunnameler oluşturup, söz konusu bölgelerdeki eyalet veya sancakların yerel yöneticilerini tayin edip, buraların iktisadi, kültürel ve sosyal yapılarına müdahale etmemiştir. Bu idarî tasarruf hem yerel yapıları (kabileleri) memnun etmiş, hem de merkez ile taşra ilişkilerini kuvvetlendirmiştir. Osmanlı’nın Ortadoğu’daki idarî kadrolara tayin ettiği yöneticiler, halkın genel meselelerinin çözümünün yanında, yerel kabilevî unsurlar üzerinde sulhun sağlayıcısı, anlaşmazlıkların çözümünde hakem, hak/ hukuk konusunda adaletin uygulayıcısı olmuşlardır. Bunun sonucu bir Osmanlı Barışı oluşmuştur.
Bugün Osmanlı Devleti’nden 64 ülke doğmuştur. Bunlardan 33 tanesi müslüman, biri Musevî, 31 tanesi de gayrimüslimdir. Bu 33 müslüman ülkenin en az 20 tanesi Ortadoğu’da yer almaktadır. Ortadoğu’daki toplumlar en az dört yüz yıl birlikte barış içinde yaşamışlardır. Bunun sırrı “Osmanlı Millet Sistemi” gereği toplumun Müslim - gayrimüslim olarak örgütlenmesindedir. Buna göre hükümdar, “tebaanın refahından şahsen sorumlu olduğu” kanaatini taşımış ve tebaasını, kendisine “Cenâb-ı Hakkın bir emaneti” olarak değerlendirmiş, onları iyi idare etmek ve her çeşit yerel zulüm ve haksızlıklara karşı korumak sorumluluğunu üstlenmiştir. Devletin karakteri âlemşümuldür ( evrenseldir). Onun bünyesinde Müslüman, Hristiyan ve Musevi dinlerine mensup pek çok inanç, mezhep vardır. Osmanlı Devleti’nde “Millet Sistemi” her inancın kendi dinî ruhanî liderinin/ reisinin liderliğinde/ riyasetinde örgütlenmesi ve idare edilmesidir. Müslümanlar Şeyhülislâmın, Hıristiyanlar ruhani reislerin (patriklerin), Yahudiler de hahambaşının etrafında örgütlenmiştir.
Şeyhülislâm İslâm’ın (dinin) temsilcisidir. Pâyitaht ile taşra arasında sıkı bir bağ vardı. Süleymaniye Medresesinde Sünni dört mezhep üzere eğitim verilmekteydi. Burada yetişen müderrisler, kadılar ve müftüler, Mekke, Medine, Kudüs, Bağdat, Kahire ve Şam başta olmak üzere, Osmanlı ülkesinde eğitim-öğretim, adalet ve dinî hizmet teşkilâtlarında görev yapıyorlardı. Osmanlı Devleti’nin bünyesinde yaşayan gayrimüslimler için de durum farklı değildi. Osmanlı Sisteminde “Ehl-i ahd” olarak isimlendirilen gayrimüslimler; 1. Zimmîler (İslam devletinin himayesini kabul edenler, ehl-i zimme), 2. Muâhedler (kendileriyle barış yapılmış olanlar, ehl-i hudne) ve 3. Müste’menler (kendilerine eman verilmiş olan, ehl-i eman) zümrelerinden oluşmaktaydı.
Gayrimüslim milletlerin teşkilatlanmasında İstanbul Rum Ortodoks Patrikliği önemli rol oynamıştır. İstanbul’un fethinden önce fonksiyonunu yitirmek üzere olan Ortodoks Rum Patrikliği, yeniden ihya edilmiş, Antakya Rum Patriği, Mısır-İskenderiye Rum Patrikliği ve [Makedonya] Ohri Rum Patrikliği, Fener Rum Patrikliğine bağlanmış olarak yeniden örgütlenmiştir. Ermeniler, Gregoryen adıyla ayrı bir mezhebe mensup olmaları sebebiyle İstanbul’da Ermeni Patrikliği olarak teşkilâtlandırılmıştı. Ayrıca Süryani patrikliği, için ayrı yapılar kurulmuştu. Bunlardan kilise bürokrasisini oluşturan patrikler, metropolitler, piskoposlar ve rahipler için hiyerarşik bir düzenleme de yapılmıştır. Kilise ve manastır mensupları için de ciddî gelir kaynakları oluşturulmuştur. Ruhanî (dinî) bürokrasi, özellikle gümrük ve kimi vergiden muaf tutulmuştur. Ruhanî liderler, sadece dini yetkilere sahip değil, aynı zamanda hukukî, adlî, malî ve idarî yetkilere de sahiptirler. Ruhanî liderlerin; kendi idarî teşkilatını yönetme, teşkilatlanma, cemaatlerin ve rahiplerin kayıtlarını tutma, devlet ile ilişkileri sağlamak gibi idarî yetkileri; davaların görülmesi gibi adlî; suçluları sürgün, değnek gibi cezâi müeyyedeleri yerine getirmek; evlenme, boşanma, nafaka, miras, tereke ve vasiyet vakıfları gibi medeni hukuk alanlarında son derece geniş yetkileri bulunmaktaydı Devlet, milletlerin iç dinamiklerine karışmıyordu Osmanlı'da Padişah tarafından tayin edilen ruhanî liderlerin, kendi milletini yöneterek, bu yönetim üzerinden devlete karşı sorumluluklarını yerine getirmesi, Osmanlı toplumsal barışını sağlamıştı.
31.03.2017
Muammer ÇINAR
Comments